30 Ağustos 2016 Salı

Dutlar kızarmadan evvel...

(Sinan GÜRER anısına…)
H.GÜRER
30 Ağustos, 2016

Yaşanmamış günler bırakarak, bir rüzgâr gibi geçmekteydi Ağustos. Sıkıntıyla dolu yüreğinin yorgunluğu, uyumasına izin vermedi o gece. Akrep yelkovanı yutmuş, zaman durmuştu… Sıkıntılı ve uykusuz uzun bir geceydi. Nihayet gece seher vaktine evrildiğinde bostanına atmıştı kendisini. Sıkıntısına en iyi ilaçtı toprak. İpil-ipil usulca dökülen yağmur, kuruyan toprağı öpüyordu. Ektiği sebze, meyve ve çiçeklerle uğraşıyor, yumuşamış toprağı, incitmeyen elleriyle işliyordu.  Toprak, derinliklerindeki hayatın serinliğini üfürüyordu yüzüne. Binbir ot, çiçek, meyve ve sebzenin kokusundan sarhoş olmuş bir güne uyanıyordu doğa. Bedenine sığmayan rahatsız edici sıkıntıdan eser kalmamıştı. Uykusuz ve yorgundu ama huzurluydu.



Ektiği bu bereketli bostandan mahallede faydalanmayan yoktu. Dalında henüz tam kararmamış kara dut’tan alıp tadına baktı. Böğürtlen tadındaydı, ekşi ama suluydu. Kara dut’u sevmeyen yoktu. En çok da oğlu Sinan, en güzel meyvedir dut, dalındayken yemezsen intihar ederler” der, kelebek larvası misali dut ağacında yaşam bulurcasına etrafında dolaşır, sonra parmaklarını ve dudaklarını yalayarak doyumsuzca yerdi.

Sabahın serinliği terleyen alnını ince dilli bir kırbaç gibi yalıyordu. Öten cırcır böceklerinin sesi, doğanın sessizliğini bölen yegane sesti. Gün gecenin üzerine yürümüştü. Zamanın akışını, güneşin doğuşundan ve bedenindeki yorgunluktan fark etti. İnce ve düzensizce serpiştiren yağmurun altında, ayaklarında yorgunluğun ağır külçeleri ile zorlukla atıyordu adımlarını. Öyle ki yer çekiminin en yoğun olduğu yerdeyim diye yorgun ve yavaş bir düşünce geçti aklının alyuvarlarından. Dinlenmek ve doğayı dinlemek için kapı önündeki balkonda oturdu. Yağmurun ufak dokunuşlarına esen nazlı rüzgâr eşlik ediyor, al ve dolgun yanaklarına düşen yağmuru içiyordu gamzeleri. Yanaklarına çarpıp, yüz çizgilerinden yol bulup süzülen yağmur iç gıcıklıyordu.

Yağmurun sesi, esen ılık rüzgâr, hışırdayan yaprak sesleri, doğal bir senfoniyle, yorgun bedeninden esirgediği uykularda, kerpiç rüyalar görmeye çekti ruhunu. Doğanın dingin hafifliği ve yanılsaması içinde uyumuştu. Rüyaların labirentinde ne kadar dolaştı, zamanın sonsuzluğunda ne kadar gezinmişti bilemedi. Üşümüş nasırlı ve topraklı ellerinde duyumsadığı sıcaklıkla açtı gözlerini. Sinan, oturup yanında üşüyen ellerinden tutmuş, annesi uyurken, bilinmeyen bir coğrafyayı inceler gibi yüz hatlarını inceliyordu. “Tombulum, niye bu kadar erken kalkmışsın? Yorma kendini bu kadar. Kalk, üşümüşsün” diyerek, serçelerin su içtiği gamzelerine dolan yağmur tanelerini öptü. Oğlunun öpücüğü veda öpücüğü gibiydi. Çığlık çığlığa öten kuşların tedirgin seslerini duyurmuştu kendisine. Kendisini, hala içinde kaybolduğu rüyalarda sandı. Yanağında patlayan buseye uykulu ve sevecen gülümseyişle karşılık verdi.

“Yormuyorum, aksine dinlendiriyor beni toprak”
“Tabi tabi… Bu yüzden uykuya dalmışsın” diyerek annesinin elini sıktı.
“Sen nereye gidiyorsun sabahın bu saatinde?”
“İşlerim var, arkadaşları göreceğim” deyip ayağa kalkarak kara duta uzandı yine.
“Birkaç güne rengi de tadı da tam olgunlaşır” dedi annesi, dut’u işaret ederek.

Yüksek dallara uzanıp kopardığı birkaç dut tanesini attı ağzına. Yukarılarda nispeten rengi daha da kızarmış dutlar vardı. Yetişmesi mümkün değildi. Yerde duran çantayı attı sırtına, annesinin üşümüş terli alnındaki çizgilere dokundu gözleri.  “Hadi görüşürüz tombulum” diyerek veda etti. Çantayı fark eden annesi, akşamdan buyana yüreğine sığmayan, kendisini rahatsız eden sıkıntının nedenini anlar gibi, oturduğu yerden ayağa doğrularak ardından seslendi:

“Oğlum nereye gidiyorsun?” derken sesi anlamlandıramadığı bir şekilde titremişti.
“Arkadaşları göreceğim, işlerim var dedim ya anne”
“Ne zaman geleceksin?”
“Dutlar kızarmadan evvel dönerim …”

Yeni sorulara fırsat tanımadan hızlı adımlarla uzaklaştı. Adımları, gitmenin ve kalmanın arasındaki o derin ve o tarifsiz ağırlıkla hesaplaşan ritme uyarak ilerliyordu. O an, kalmanın daha zor olduğunu anladı. Kalmak ve bakılan her yerde gidenin izlerini görerek, hissederek yaşamak! Bu, kalanlara bırakılan büyük bir yüktü. Bundan kalanların dayanıklı, gidenlerin ise cesur olduğunu düşündü. Çünkü gitmek, alışılmışlığın dışına çıkmaktı. Bilinmeyenleri keşfetmekti. Keşfetmek, birazda bilinmeyene atılan cesur adımların ürünü değil miydi? Gitmek gerekirdi zamanı geldiğinde. “Gideceğim” demeden, gitmesini başarmak gerekirdi. Öyle tek başına gitmekte mümkün değildi.  Giden, her şeyi ve herkesi beraberinde götürürdü. Kalabalık giderdi giden. Döndüğünde ise, buldukları giderken ardında bıraktıkları gibi olmayacaktı hiçbir zaman!.. Bunu biliyordu… İşte o gün, böyle hızlı adımlarla gitti…

***

Karanlık gecenin derinliklerine diktiği gözleriyle, yıldızları izledi bir süre. Kalbinden asfalta akan kanına sağ eliyle basınç yaptı, biraz daha yaşamak istedi. Böyle yalnız ve bir başına ölmek istemiyordu. Sevdiklerinden ne kadar uzakta olduğunu acı çekerek fark etti. Bizi çağıran dağların mevsimidir şimdi, olmamalı böyle bir son diyerek dişlerini sıkıp acıyla inledi. Çevresinde olup bitenleri duymuyordu artık. İnce, sıcak ve acı vererek yüreğinden akan kanıyla yitiyordu bilinci. İstedim ki, ölürken kuş ötüşleri olsun yanı başımda. Cırcır böceği keman çalsın, karıncalar bir kez olsun bıraksın işi, yasımı tutsun… derken zorlandı dudakları. Gözü ipten yapılan bilekliğine ilişti. Bileğine çıkarmamak üzere takıldığı o an’a gitti düşleri. Anıları dalgalandı. Acı çeken yüzüne dalgalanan anılarının gülümseyişi yürüdü. Annesine sabah verdiği sözü aklına geldi. Sonra ardında bıraktığı sevdiklerini ve son defa yürüdüğünü bilmediği sokaklar, sonra dutlar… Her şehrin bir mevsimi olduğuna inanırdı. Bu şehrin de artık tek mevsimi olduğunu anladı. Sonbahar… Derin bir nefes çekmek istedi. Sızladı hançerlenen yüreği. Yarım kaldı nefesi. Kirpiklerinin gölgesinden küçük ve son kez bir bakış attı hayata... Ve anladı, bir bakış kadar kısaydı hayat…

Hatıralarının kalanında onu hatırlayanlar tarafından yaşayacağını biliyordu. Hatıralar… Onlar, yaralardan daha uzun yaşarlardı!.. İnsan yaşamına gölge düşüren bir sistemin, gölgesiz, yüzsüz, kalpsiz, karanlık elleri o gece vurdular onu. Kirli sakallı bir geceydi, soluğu gecenin içinde ağır-ağır kesildi. Yüzündeki gülümseme öylece donup kaldı. Yıldızlara diktiği gözlerini kapamadı. Kalbinin üzerindeki elini yana düşürmedi. Eli, üzerinde kaldı sevdiklerinin…

İşte böyle kirli sakallı bir Ağustos akşamıydı.
Yıldızların altında, bir sürü kuş öterken, vurdular onu…

Uyu koca adam
Uyu,
Uykusu derin ve temiz dağ çocukları
Yoldaşların
Bulutsuz maviliğin gölge düşürdüğü yamaçlarda, 
yokluğunda üşürler şimdi…